19. Yüzyılda Kitabın Öyküsü: Balzac'ın Gözünden Matbaalar ve Kâğıt

Vadideki Zambak romanıyla dünyanın en büyüklerinden biri olan Fransız yazar Honoré de Balzac, aynı zamanda bir yayıncı, matbaacı ve hurufatçıydı. Matbaa kurdu, basım ve kâğıt üretimi üzerine kafa yordu. Girişimlerinde başarılı olamadı ama bu alandaki deneyim ve bilgisini, önemli eserlerinden Sönmüş Hayaller’de okurlara aktardı.
Dr. Sinem Gürsoy Çakmak’ın (Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu Modern Diller Birimi) Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi’nde yayımlanan makalesinden alıntıladığımız bu yazı, Balzac’ın matbaacılık bilgisinin ve geliştirdiği düşüncelerin ne denli güçlü olduğu irdelerken, bu mesleğin kadim geçmişine de ayna tutuyor. Bilgi teknolojilerinin matbaaları baştan aşağıya değiştirdiği bu çağda, Fransız yazar Honoré de Balzac çok önemli bir boşluğu dolduyor.
Yazarın kendi deneyimleri, gözlemleri ve çözümlemeleriyle beslenmiş, titizlikle hazırlanmış bir yayıncılık belgeseli olarak da okuyabileceğimiz Sönmüş Hayaller, 1836-1843 yılları arasında yazılmış üç romandan oluşur. Bunlardan ilki olan İki Şair[1], Lucien de Rubempré ve babasının matbaasını devralmaya hazırlanan David Séchard adlı şair ruhlu iki arkadaşı tanıtır. Birinci roman bittiğinde okur, Lucien ve David’in aşk maceraları kadar, elinde tuttuğu kitabın üretim öyküsünü öğrenmeye başlamıştır, zira eser zamanında az bilinen, günümüzde ise yok olmuş matbaa terminolojisine yer verir. İkinci roman olan Taşralı Bir Büyük Adam Paris’te adlı ikinci bölümde yazar, hem kitapçılık mekanizmalarını açığa çıkarır, hem de gazeteciliğin çirkin iç dünyasını gözler önüne serer. Bir Yaratıcının Çektikleri adlı son bölümdeyse David Séchard, bir yandan matbaayı hedef alan mali spekülasyonlara karşı koyarken, bir yandan da basılı ürünler evreninin hammaddesi olan kâğıdın üretiminde gelişme sağlamak için çabalamaktadır.
19’uncu yüzyıl edebiyatında, Honoré de Balzac adı, olayların geliştiği ortamın ayrıntılı betimlemeleriyle anılır. Konu yayıncılık olunca, binasından iç düzenine, makinaların yapısından işleyişlerine, çalışanların görevlerinden rutin hareketlerine kadar yazarın matbaaları anlattığı sayfalar, bu alanda az bulunan belgeler oluşturuyor. Balzac gençliğindeki yayıncılık-matbaacılık deneyimlerini sadece romanlarına malzeme olarak görmez, konuya ilgisini daima canlı tutar. Yazar ayrıca kitabın boyutu, kâğıdı, cildi ve baskı kalitesi konularında da titiz davranır; çünkü onun gözünde bir eser, son noktayı koyduğunda değil, kitap okuyucunun eline ulaştığında tamamlanmış olur.
Balzac’ın Yaşamında Matbaa
Kariyerinin başlarından itibaren Balzac, edebi eserin yaratılışını, yazarın çalışmasının yanı sıra kâğıt seçiminden dizgisine, baskısına ve okurun kitaba dokunacağı ana kadar her aşamasını, titizlikle izlenmesi gereken bir süreç olarak değerlendirmiştir. Örneğin 1839 yılında yazdığı bir mektupta şöyle der:
“Baskı işinde bir sayfanın iki yüzüne prova baskı yapmak kadar aptalca icat yoktur[...]. On altı yıldır bu işi yapıyorum ve tipografiyle uğraşıyorum, ilk kez böylesine bir saçmalıkla karşılaşıyorum.”
Bir sayfanın iki yüzü kullanılarak yapılan bir prova baskıya gösterdiği bu şiddetli tepki, Balzac’ın yapıtlarının baskıya hazırlanışına gösterdiği hassasiyeti açığa vuruyor. Ancak burada asıl dikkati çeken, Balzac’ın “bu işi yapıyorum” derken kendini on altı yıldır etkin olarak basım işi içinde görüyor olmasıdır. Mektubu 1839 yılında yazdığına göre, La Fontaine’i yayınlamaya kalkıştığı veya matbaa sahibi olduğu yılların (1826-1828) öncesinden, 1823’lerden, henüz gençlik romanlarını yazdığı dönemden bahsediyor olmalıdır. Nitekim Balzac, bir yandan yayıncılara verdiği sözler nedeniyle son derece yoğun bir tempoda yazarken, bir yandan da basılacak yapıtlarının prova kopyalarını “elden geçirir”. Aslında o sayfaları, mükemmele ulaşana dek yeniden şekillendirir: Onca öykü ve romanın her biri, son halini bulana dek ortalama sekiz-on kez yazılmıştır.

Geriye dönerek, Balzac’ın yapıtlarının basılı ürüne dönüşme sürecine gösterdiği titizliğe bakıldığında, yazarın yayıncılık, matbaacılık, hurufatçılık girişimlerinin tesadüfî olduğunu düşünmek mümkün değil. Oysa tüm bu işlere kalkıştığı dönemde, yaşamına tam bir belirsizlik hâkimdi; yazar olarak kendini kanıtlama umudu kırılmış görünüyordu:
“Epeydir kendimi unutulmaya mahkûm ettim. Halk beni değersiz bulduğunu açıkça ifade etmişti zaten; ben de onlara uydum, sözcükleri bir kenara bırakıp kurşun harflerle uğraşmaya başladım.”
Roger Pierrot, 1825 yılında edebî çalışmalarının çok düşük olan mali getirisi karşısında Balzac’ın, birtakım ticari girişimlerde bulunduğunu aktarır ve kitapçı-yayıncı olarak yaptığı anlaşmaların detayını verir:
“Molière, La Fontaine, Corneille ve Racine’in tüm yapıtlarını birer cilt olarak yayınlama projesi, genç yayıncı Balzac’ın umduğu gibi yürümez, sadece Molière ve La Fontaine’in Tüm Eserleri yayınlanır. Ancak 3 bin adet basılan bu kitaplar, yazılarının çok küçük, resimlerinin kalitesiz ve fiyatlarının da fazla yüksek olması nedeniyle satılamaz. 1826’daki bu işin finansörü, verdiği krediyi geri almak düşüncesiyle, Balzac’a bir yakınının matbaasını gösterir ve daha yayıncılık için kurduğu ortaklık tam olarak dağılmadan Balzac, büyük bir hevesle ‘matbaacı belgesi için başvuruda bulunur. Balzac’ın devraldığı matbaa, yedi adet Stanhope makineye sahip, 36 işçi çalıştıran orta büyüklükte bir işletmeydi. Ancak kimilerine göre Balzac’ın işletmeci niteliklerinin yetersiz olması nedeniyle, aslında belki de o dönemde özellikle kitap endüstrisini etkileyen ekonomik krizin etkisiyle işletme zarar etti. Balzac durumu düzeltmek umuduyla, Eylül 1827’de bir hurufat atölyesi satın aldı ama bu da yeterli gelmeyince birkaç ay içinde matbaasını kaybetti. Aynı yıl hurufat atölyesini de tasfiye etmek zorunda kaldı. Her iki atölye de yeni sahiplerinin ellerinde kârlı birer işletmeye dönüştü: Böylece, Honoré de Balzac’ın matbaacılık macerası bozgunla ve ona yaşam boyu yük olacak borçlarla sona erer, Sönmüş Hayaller’i yazmasına yarayacak bir deneyim olarak kalır."
Bu kısa maceranın, Balzac için Sönmüş Hayaller’in bir kısmına kaynak oluşturmanın çok ötesinde bir anlamı vardı. Bu ortamın içinde yer alarak edindiği deneyim, Balzac’ın yaşamını oluşturan büyük maceranın vazgeçilmez bir parçasıydı. Böylelikle Balzac, basılı ürün evreninin her alanında yer almış, her açısından gözlemlerini sürdürmüş biri olarak çıkacaktı karşımıza. Zaten Sönmüş Hayaller’i de yayıncılık-matbaacılık deneyimini kitap ve süreli yayınlarla ilgili çeşitli faaliyetlerle zenginleştirdikten sonra yazmamış mıydı?
Ayrıca bu süreçte meraklı, ilgili ve her şeyi hafızasına kaydeden kişiliği ile Balzac, değerli bir bilgi dağarcığına sahip olur ve bunları romanlarında olduğu kadar gerçek yaşamda da değerlendirir. Bundan böyle onun bir eseri yazılıp bittiğinde, hatta tefrika edilip okura ulaştığında değil, kâğıdından cildine, harf karakteri seçiminden dizgisine, baskısına kadar büyük bir titizlikle üretimini kontrol ettiği bir kitap haline geldiğinde gerçekleşmiş olacaktı.
Balzac’ın bu yaklaşımını çok iyi yansıtan bir örnek, Avusturya’nın Fransa Büyükelçisi Kont Apponyi’ye gönderdiği La Comédie Humaine’in baskısına eşlik eden mektuptur. Beklenen nezaket iltifatlarından önce Balzac, fark edilmesini arzu ettiği teknik özellikleri sıralar:
“Size La Comédie Humaine kitabını, güzel kitaplığınız için edebî süs değil, ilginç bir kitapçılık örneği olarak sunuyorum. Bu kitabın özelliği, ilk kez mekanik baskıyla, el baskısıyla ulaşılan lüks ve kusursuzlukta bir ürün elde edilmiş olmasıdır. Kâğıdın arka yüzü basılırken, satırları ön yüzdekilerle aynı hizaya denk getirmek bir tür zafer olarak görülür ve burada bu hedefe daima başarıyla ulaşılmıştır.”

Balzac, bir sayfanın iki yüzündeki satırların aynı hizaya getirilmesi başarısını vurgulamakla kalmaz, belirgin bir keyif ve gururla önemli gördüğü diğer detayları da sıralar: Mürekkebin eşit dağılmasını sağlamak için harcanan özel çaba ile, ne İngiltere’de, ne de Paris’te daha önce görülmemiş bir sonuca ulaşıldığını anlattıktan sonra, herhangi başka bir ülkede basılmış olsaydı, kitabın fiyatı ile ancak kâğıdın alınabileceğinin altını çizer. Anılan mektup 1842’de, matbaacılık defteri kapandıktan yıllar sonra yazılmıştır. Balzac’ın baskı teknikleri konusundaki gelişmeleri yakından izlediği, basılı ürünün sahip olması gereken niteliklerle gerçekten ilgilendiği açıkça görülüyor.
Balzac’ın matbaacılık hevesi biyografi yazarları tarafından genellikle başarısızlıkla sonuçlanan bir macera olarak tanımlanır, oysa bir bütün içinde değerlendirildiğinde yazarın ufkunu genişleten bir deneyim ve önem verdiği bir faaliyet olduğu ortaya çıkar. Nitekim Sönmüş Hayaller’de baskı makinelerine yer vermesinin amacı sadece ilginç bir dekor yaratmak değildi:
“Jérôme-Nicolas Séchard’ın âdeta boş inançları andıran bir sevgiyle bağlı olduğu eski âletleri anlatmak gerekir; çünkü bu büyük öyküde onların da rolü vardır.”
Sönmüş Hayaller’de Matbaa
Balzac’ın yaşadığı yıllar (1799-1850), yayın dünyasında “ikinci kitap devrimi” olarak tanımlanan önemli gelişme ve değişikliklere sahne olmuştur. Gerçekten de, yayıncılığın miladı sayılan Gutenberg’in buluşundan sonra, 300 yılı aşkın bir süre boyunca, ne matbaa makinelerinde kayda değer bir değişiklik, ne de üretim ve pazarlama kavramlarında bir yenilik olur. Atölyeler, baskının her aşamasında eski alışkanlıklara sadık kalmış, basılı eserler geleneksel biçimleri korumuştur. Buna karşılık, okuyucu kitlesindeki temel değişim, eski teknolojinin sınırlarını ortaya çıkarır. Okur-yazarlık artıp bilgi ihtiyacı canlandıkça ve bürokratik işlemlerde basılı malzemenin kullanımı yaygınlaştıkça, okuyucu sayısı da artar, okunan şeylerin sayısı ve türü de. Yoğun politik çatışmaların yaşandığı bu dönemde basılı malzeme talebinin giderek artması, yayıncılık yöntemlerinin geliştirilmesine yol açar.

Yenilenme süreci öncelikle basım faaliyetinde etkili olur. Geleneksel yöntemlerin güçlüklerini kaldırmak için yapılan araştırmalar özellikle 18. yüzyıl sonlarında stereotipi ve litografik baskıların geliştirilmesi gibi birçok keşfin yapılışına sahne olduysa da bu yeni tekniklerin yaygınlaşması da bir o kadar yavaş olur. Söz konusu olan, yıllara yayılan ve Balzac’ın bilinçli bir bakışla izlediği gelişmelerdir. Nitekim Sönmüş Hayaller daha giriş cümlesiyle bu durumun altını çizer: "Bu hikâyenin başladığı devirde, Stanhope baskı makinesiyle mürekkebi yayan merdaneler küçük taşra matbaalarında henüz işlemeye başlamamıştı."
Artık giderek yok olan alışkanlıklar, uygulamalar sanki biraz da geçmişin özlemiyle anlatılır: “[...] Angoulême’de hâlâ tahta makineler kullanılıyordu. Dilimiz, bugün artık kullanılmayan ‘matbaayı inletmek’ deyimini de bu makinelere borçludur. Geri kalmış matbaacılık orada hâlâ, makinacılardan birinin harflere sürttüğü mürekkebe bulanmış meşin yuvarlaklarla iş görüyordu. Üzerine kâğıt tabakasının yaslandığı harflerle dolu formanın yerleştirildiği hareketli tabla taştan yapılmıştı ve ona verilen ‘mermer’ adını hak ediyordu.”
Böylece Balzac daha ilk sayfalarda, okura elindeki roman hakkında birçok ipucu verir. En önemlisi, Balzac bizim bilmediğimiz, ancak kendinin yakından tanıdığı gizemli bir âlemin kapılarını açacağının işaretini verir: Daha ilk satırda Stanhope makinelerden bahsettikten sonra, eski makinelerin tasviri ve mesleki jargon kullanımıyla insanı bir anda yabancılık hissi ile karşı karşıya bırakır. Böylesine alışılmadık ortam ve değişik sözcüklerin okuru ürkütmesi tehlikesine karşı Balzac, mesleki argonun renkli imgelerini kullanarak ilgiyi canlı tutar:
“Bu Séchard, harfleri dizmekle uğraşan işçilerin kendi matbaa lehçelerinde ‘Ayı’ adını verdikleri eski bir makineci çırağıdır. Makinecilerin mürekkep çanağından makineye ve makineden mürekkep çanağına gidip gelişleri bir ayının kafesindeki hareketlerine hayli benzediğinden bu lâkap herhalde o yüzden verilmiş olacaktır. Buna karşılık ayılar da, yüz elli iki küçük gözden harfleri yakalamak için mürettiplerin yaptığı devamlı hareketler yüzünden, bunlara ‘Maymun’ adını takmışlardır.”
Gerçek yer ve kişileri anlatmasa da Balzac, o ünlü tasvirlerine kattığı detaylarla okura sanki gözünün önündekileri anlattığı izlenimini verir. Balzac’ın bir zamanlar matbaa sahibi olduğunu, gördüğü ve yaşadığı her şeyi bir şekilde yapıtlarına yansıttığını bilenler, Séchard matbaasının aslında yazarın rue des Marais-Saint-Germain’deki kendi atölyesi olduğunu düşünmeden edemez. Öte yandan, Séchard’ın ve Balzac’ın iş yerleri arasında temel farklılıklar vardır. Séchard’ın matbaası eski ve haraptır; üç ahşap makinesi David’in tanımıyla “üç yüz Frank etmeyen, ocakta yakmaktan başka bir işe yaramayacak takunyalardır.” Balzac’ın 1826’da yerleştiği yer ise yepyeni bir binadaydı ve yedi adet Stanhope tipi makineye sahip modern bir atölye görünümündeydi.
Buna karşılık, yaşlı Séchard yeni Stanhope makinelere sövüp saydığında onu konuşturan, Balzac’ın acı deneyimi olabilir. Çünkü Balzac’ın kendi atölyesindeki Stanhope makineler hem pahalıydı hem de bakımları oldukça masraflıydı. Yani Séchard bakım gerektirmeden yıllarca iş görecek eski makinelerine övgüler yağdırmakta belki de haksız değildi. Ayrıca yeni geliştirilen makinelerin birden kusursuz olmaları beklenemez. Balzac, yaşlı ayı aracılığı ile “harfleri eskiten o mendebur demir makinelerin” zayıf yönlerine de işaret eder, bunların “esnek olmadıkları için harfleri mahveden” yapıları üzerinde durur.
“Séchard’ın atölyesine dönelim. Buraya giren müşteriler değişik dekor karşısında şaşkınlığa uğrar, [...] atölyenin dar geçitlerinden geçmenin sakıncalarına hiç dikkat etmezlerdi. [...] Harflerini kasasındaki yüz elli iki gözden toplayan, müsveddesini okuyan, kompasındaki satırı tekrar okuyarak arasına anterlin atan mürettibin çabuk hareketlerini izleyecek olsalar üstüne taşlar konulmuş tavlı bir kâğıt topuna takılır, ya da bir tahta kanepenin köşesine kalçalarını kıstırırlardı. Maymunlarla ayılar da bu hale gülüşürlerdi.”
Balzac’ın anlatımından konuya ne denli hâkim olduğunu iki ayrı açıdan görmek mümkün: Öncelikle, o da maymunlarla ayılar gibi bu sıkışık ve garip düzeneklerle dolu ortama alışık biri olarak acemilik çekenlere güler gibidir. Hatta bu özel deyimleri kullanarak yaptığı canlı betimlemelerle, aynı acemilik hissini okurda da uyandırır, zira küçük ama değişik bir detayın bile insanların hayal gücünü nasıl tetikleyebileceğini iyi bilir:
“Üzerinde, baskıdan önce ve sonra formaların, yani halk ağzı ile harf tepsilerinin yıkandığı tekne oradaydı. Oradan çıkan mürekkepli sulara evin çamaşır ve bulaşık suları da karışır, pazara gelen köylüler bu manzarayı görünce şeytanın bu evde yıkandığına hükmederlerdi.”
Baskı sürecinin bir önemli unsuru da harflerdir. Balzac’ın hurufatla ilgili bilgileri de burada devreye girer ve gene aynı yabancılık duygusunu uyandırır: “Bunlara çivi başları diyorsun ha, bunlara: vaktiyle imparatorun matbaacısı olan mösyö Gillé’nin Bâtarde’larına, Coulée’lerine, Ronde’larına, daha beş yıl önce alınmış hakkâklik şaheserlerdir bunlar, çoğu daha dökümhaneden geldiği gibi pırıl pırıldır, bak!”
![]() | Balzac’ın biyografi yazarları, onun iş girişimlerinden sadece beceriksiz bir iş adamı olduğu sonucunu çıkarmışlar, bunun yapıtlarıyla bağlantısını da borçlarını ödemek için çok yazması gerekliliği ve bu deneyimlerden edindiği bilgileri Sönmüş Hayaller’de kullanması olarak değerlendirmişlerdir. Oysa, adı geçen eseri yayıncılık girişiminden yaklaşık on yıl sonra yazmaya başladığında, yazarın hâlâ taze bilgilere sahip olması ve ilk satırdan başlayarak okuru matbaa ve matbaacılık dünyasına sürükleyen uzun bölüm (yaklaşık yirmi sayfa), Balzac’ın elinde hazır bulunan bir malzemeyi değerlendirme çabasının çok ötesinde, bu konuyla kopmayan bir ilişkisi olduğuna işaret eder. Nitekim Paul Morand, 1945’te Sönmüş Hayaller için yazdığı önsözde Balzac’ın girişimlerinin başarısız olmasının beceriksizlikten değil, Fransa’da sistemin henüz zayıf olmasından kaynaklandığını savunur ve bu durumun büyük bir dehayı gölgeleyemeyeceğini belirtir:
|
“Anonim şirket usulünün henüz doğmamış olduğu ve her işin ortağı şahsen sorumlu kılan ortaklık yoluyla yapıldığı bir devirde Balzac, birikmiş parasını, çalışmasını, yakınlarının parasını, geleceğini, sağlığını; hatta kendi varlığını bile bu uçuruma attı; kendini bir ticaret dehası sanıyor, pek de yanılmıyordu. Fransa’da, ilk aksilikler karşısında yere serildi ve sermayesizlik yüzünden yokuşu çıkamadı ama Birleşik Devletler’de ya da Güney Amerika’da olsaydı, hayat ona kredi sağlardı. Yenilmişken bile kalkınabilirdi. Onunki kadar yüksek bir deha, endüstrinin hangi alanına yönelirse yönelsin, orada devrimler yaratırdı.”
Balzac, bu iş deneyimi sayesinde elde ettiği bilgi, gözlem ve incelemeler üzerine bütünlüklü bir düşünce sistemi kurmuştu. Paul Morand’ın vurgulamak istediği de, Balzac’ın bu düşünceleriyle ona sıkça yakıştırılan “visionnaire” (kâhin) kimliğini ortaya koyduğu, bir kez daha çağının ilerisinde yer aldığıdır:
“Yazarın bir yayıncı tarafından sömürüldüğü, onu da matbaacının sıkboğaz ettiği, berikinin de dökümhanelerin kurbanı olduğu, bu yüzden bir yazarın, eserinden en çok kazanç sağlamak için hem kitapçı, hem yayıncı, hem matbaacı, hem de dökümcü olması gerektiği düşüncesi, otomobillerine kendi lastiklerini takabilmek için Amazon’da kauçuk tarımı yapan Ford’un düşüncesinden farklı bir şey değildir. Yeni dünyada Balzac, bir Dupont de Nemours, bir Liebig olurdu.”
Yayıncılığın Hammaddesi Olarak Kâğıt
Balzac, basım evrenini farklı yönleriyle tarif ettiği Sönmüş Hayaller’in ilk bölümünü yazdığında, kâğıt üretimini ele alan çıkaran üçüncü bölüm henüz tasarlanmamıştır. Bir Yaratıcının Çektikleri adlı bu kısım, Balzac’ın yarattığı tablonun bütünselliği açısından kaçınılmazdır. Zira tüm basım evrenini taşıyan ana madde olarak kâğıt, hayati öneme sahip olsa da aslında çoğu zaman ne ona bağımlı olan yayıncının ne de okurun farkında olduğu bir mecradır. Balzac ise kendini, roman için gerekli gördüğü açıklamaların varlığını savunmak zorunda hisseder:
"Maddi varlığını matbaaya olduğu kadar kâğıda da borçlu olan bir eserde bu açıklama yersiz düşmese gerekir.”
Yayıncılıkla ilgili diğer alanlardan farklı olarak burada, Balzac’ın doğrudan bir deneyimi söz konusu değildir (her ne kadar bir ara bu konuda birtakım deneyler yaptığı savı bazı araştırmacılara çekici gelmiş olsa da, bunun hiçbir dayanağı yoktur). Ayrıca daha ucuz, sağlam ve bol miktarda kâğıt üretme düşüncesi Balzac’ın dahice önsezilerinden değildir, zaten kendisi de son on beş yılda kâğıt üretiminde kullanılacak maddelerle ilgili, yüzden fazla patent başvurusu olduğunu söyler. Çeşitli lifli bitkilerden kâğıt elde etme çabaları, henüz 18. yüzyıl sonlarında dikkat çekmeye başlamış, David’in ısırgan otu çiğnerken benzer yöntemle kimyasal bir katkı kullanarak kâğıt hamuru yapmayı düşünmesinden önce, şerbetçi otu, mısır, kuru ot, ısırgan otu gibi bitkiler üzerine çalışmalar sürdürülmüş ve özellikle "saman kâğıdı" denemelerinde kayda değer sonuçlar alınmıştır. Elbette daha kat edilecek çok yol vardır ama Balzac’ın kahramanı, gerçek gelişmelerin ilerisinde değil gerisindedir. Zaten Balzac olayları olduğundan farklı göstermeye de çalışmaz, bu konudaki araştırmaların uzun süreden beri var olduğunu, kaydedilen gelişmeleri ve dikkat edilmesi gereken noktaları David’in ağzından anlatır:
“Bayan Masson, daha 1794’te basılı kâğıtlardan beyaz kayaz kâğıt elde etmeye çabalamıştır. 1800’lerde ise İngiltere’de Salisbury markizi, Fransa’da Seguin kâğıt üretiminde saman kullanımını geliştirmeye çalışmışlardır. Ancak David araştırmalarını ısırgan otu ve deve dikeni üzerine yoğunlaştıracaktır çünkü ana maddenin maliyetini düşük tutabilmek için verimsiz topraklarda yetişebilen bitkiler kullanmak gereklidir.”
Kâğıt konusunda David Séchard’ın çare bulmaya çalıştığı bir sorun daha vardır: Kâğıdın tutkallanması. Burada Balzac, gene yeni bir şey söylemez, ama söylenecek her şeyi de söyler: Hollanda kâğıdının (artık o ülkede yapılmasa da tümüyle keten ipliği bezlerden üretilen kâğıtları böyle anılır oldu) yapıştırılması, fiyatının yükselmesine neden olan bir el işçiliği gerektiriyordu. Eğer kâğıt hamuru daha tekne içindeyken ucuza mal olan bir tutkal ile yapıştırılsaydı beklenecek başka bir gelişme olmazdı.
Toplumsal Çözümleme Aracı Olarak Kâğıt
Kâğıdın taşıdığı önemi böylece vurgulayan yazar için, kâğıdın tarihi ve üretimi hakkında yaptığı detaylı açıklamalarla, bu konuya duyduğu ilgiyi okuruyla paylaşma fırsatı doğar. Balzac, toplumun tarihini yazmayı arzulamış, ona yakıştırılan kâhin bakışını kâğıdın üretim tekniklerinin gelişmesine yöneltmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir. Onun hedeflediği, bu gelişmeleri tetikleyen ve yönünü belirleyen toplumsal olguları ortaya çıkarmaktı. Sonradan birinci romana aktarılan sayfalarda Balzac’ın yaptığı kapsamlı ve keskin çözümlemelerin, sosyal bilimlerin çok geliştiği günümüzde bile erişilmesi güç nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Bu bölümde yazar, kâğıdın hammaddesi olarak kullanılan paçavradan başlayarak, toplumun refah düzeyindeki değişikliklerin önce bu hammaddenin niteliğini, sonra da kâğıdın hem yapısını hem fiyatını nasıl etkileyeceğini anlatır:
“İmparatorluğun yıkılması pamuk çamaşırların kullanılmasını çok arttıracaktır, çünkü pamuk, ketene göre daha ucuzdur. Bugün kâğıt hâlâ keten ve kenevir paçavrasıyla yapılıyor, ama bu maddeler pahalıdır [...] Paçavra ürününü arttırmaya imkân yoktur. Paçavra kullanılmış çamaşırlardan meydana gelir, bir memleketin nüfusu ancak belli ölçüde paçavra verebilir. Bu miktar yalnız doğumun artmasıyla çoğalabilir. Bir ülkenin nüfusunda hatırı sayılır bir değişikliğin meydana gelmesi için bir çeyrek asır geçmesi ve yaşayışta, ticarette ya da tarımda büyük devrimler olması gerekir.”
Fransa’nın artan kâğıt ihtiyacı karşısında, kullanılmakta olan hammadde yetersiz kalacak ve dolayısıyla pahalılaşacaktır. Öyleyse, “kâğıt imalatında başka bir şey kullanmak gerekir.” Bu noktada David aklındaki projeyi açıklayabilir durumdadır; ancak Balzac, Eve’in bilgisizliğini bahane ederek kâğıt hakkında toparladığı ansiklopedik bilgileri ustaca “özetler”. Yazar, o gayreti gösterecek herkes tarafından ulaşılabilir veriler sıralar, ancak çıkardığı sonuçlar gene çarpıcı bir modernliktedir: “Bu kısa tarihçe apaçık ispat eder ki sanayi ve zekânın bütün büyük başarıları, tıpkı eserleri gibi, son derece büyük bir yavaşlıkla ve farkına varılmayan oluşumlarla meydana gelmiştir. Bugünkü olgunluğuna erişmek için yazı ve hatta belki dil, matbaacılık ve kâğıtçılık kadar uzun bocalamalar geçirmiştir.”
Bu sözlerle Balzac, iletişim-medya kavramlarının oluşmaya başlamasından yüz yıldan fazla bir zaman önce kâğıdı, yazı gibi, dil gibi iletişimi taşıyan bir ortam olarak konumlandırıyor. Bu durumda Françoise Gaillard’ın Medyolog Balzac ("Balzac médiologue") tanımını, tarihe aykırı görmemek gerekir.
Bundan sonraki paragrafta ise Balzac, kâğıt hamurunun hazırlanmasından ve hammaddeyi sağlayan çamaşırlardan söz ederken, toplumun davranışlarını bu kez de (gene zamanında var olmayan) toplumbilimci yaklaşımıyla yorumlar: “[...] keten ve kenevirin dayanıklılığı, pamuğa kıyaslanınca, bunları daha ucuza getirse de yoksullar, daima ceplerinden belli bir miktar para çıkarmak gerektiğine göre, çok vermektense az vermeyi tercih ederler ve bu voe victis yüzünden büyük zararlara uğrarlar. Burjuva sınıfı da yoksuldan farksız davranır.”
Bu toplumsal davranışın fiziki sonucu olarak piyasada keten çamaşır azalmıştır ve niteliksiz, su değdiğinde tekrar hamurlaşan pamuk kâğıdı yüzünden kitaplar yok olup gitmektedir. Çözümü kâğıdın doğduğu Çin’de aramak gerekir. Bu ülkede kâğıdın nasıl üretildiğine dair değişik iddialara da yer verdikten sonra David, nihayet kendi tasarılarını açıklar, ancak son söz gene onu konuşturan Balzac’ın olur:
“Ucuz fiyata Çin kâğıdı ayarında kâğıt yapmayı başarırsak kitapların kalınlığını yarıdan fazla azaltabiliriz. [...] Bu da şüphesiz ki bir başarı olacaktır. Eşyanın ve insanların küçülmesinin meskenlere varıncaya kadar her alana yayıldığı bir devirde, kütüphanelere ayırabilecek yer meselesi, halli gitgide güçleşen bir mesele olacaktır.”

Göründüğü kadarıyla, kahramanı David teknolojik değişiklerin hangi yöntemle gerçekleşeceğini araştırırken Balzac, kâğıdın teknik evriminin hangi ortamda ve nasıl oluştuğu ile ilgilenir. Kâğıt hamurunun kalitesiyle toplumun gelir düzeyi arasındaki ilişki, oldukça karmaşık bir sürecin sadece bir boyutunu yansıtır. Kâğıt hammaddesi için giderek daha az ve kalitesiz paçavra sağlayan toplum, diğer bir yandan da giderek daha çok basılı malzeme (kitap ve gazete) talep etmekte, yayıncılar buna cevap verebilmek için daha çok kâğıda gereksinim duymaktadır.
Pulp story ou Balzac médiologue başlıklı makalesinde Françoise Gaillard, Sönmüş Hayaller’de Balzac’ın kâğıt üzerine söylediklerini, Büyük Larousse’taki uzun “kâğıt” maddesine paralel bir şekilde yorumlar ve yazarın çok boyutlu çözümlemelerinin ne denli ileri görüşlü olduğunu ortaya koyar: “Balzac gördü. [...] Bundan böyle kâğıt medeniyetine girdiğimizi gördü; liberal toplumun doğa itibariyle kâğıtobur olduğunu anladı. Büyük Larousse da ona hak verir. Özgürlük, kâğıt tüketimiyle doğru orantılıdır: Tüm uluslar arasında en çok kâğıt üreten ve tüketen Birleşik Devletler özgür cumhuriyetidir ve bu basit bir demografi meselesi değil, demokrasi meselesidir. Gazete ve genelde yazı, demokrasinin can damarıdır. Bu demektir ki, kâğıt, hep daha fazla kâğıt gerekecektir, ama demokrasi gereği, daha ucuz olması da gerekecektir.”
Balzac, yapıtlarında Fransız toplum tarihini anlatmayı arzularken burada bu amacını da aşarak toplum tarihi ile teknoloji tarihinin nasıl kaçınılmaz bir şekilde kesiştiğini göstermiştir: Toplum, gelişimi için en gerekli şeyin yokluğu riskini istemeden yaratarak, kâğıt endüstrisini kendi devrimini yapmaya zorlamıştır.
Geriye dönüp Balzac’ın eserlerine günümüz kavramlarıyla baktığımızda yazarın, sıradan görünen olayların ardındaki karmaşık mekanizmaları, özellikle de kâğıt üretiminin halkın ekonomik durumuyla ilişkisini ustalıkla çözümlerken, modern anlamda bir toplumbilimci yaklaşımı sergilediğini görürüz. Bu nedenle, Honoré de Balzac’ın gözlemleri, teknolojinin gelişmesiyle yeni bir görünüme bürünen bugünün basılı ürün dünyasında bile hâlâ güncelliğini koruyor.
[1] Yazıya kaynak alınan, Yaşar Nabi Nayır çevirisiyle Varlık Yayınları baskısıdır.
[2] Tüm görseller Musée Balzac, Châuteau de Saché müzesindendir.
Yorum Yap